Harun Tokak
htokak@yenisafak.com.tr
htokak@yenisafak.com.tr
04 Mart 2012 Pazar
Yollardayız Yavrum
Yeryüzünü bahara hazırlamak için cemrelerin, soğuk sulara düştüğü bu günlerde; uzaklardan, çok uzaklardan bir mektup düştü masama.
Üşüyen yüreğimi ısıtan bir mektup...
Bir çocuk muhacirin mektubu...
En altta "küçük muhacir Ekrem" yazıyordu.
"Türkiye'de mutlu bir hayatımız vardı" diye başlıyor mektup.
"Babam bir akşamüzeri eve geldiğinde 'Sri Lanka'ya gidiyoruz' dedi. Hâlbuki babası Kadir Dedem vefat edeli daha bir hafta olmuştu.
Babam, Kadir Dedemi defnedip geldikten sonra anama sarılıp birlikte ağlamışlardı. Bir ölüm olduğunda niye ağlardı insanlar?
Bir sabah erken Trabzon'dan, Sivas'a doğru çıktık yola. Zavallı babaannem bizi görünce çok sevindi. Ama sevinci uzun sürmedi. Annem ve babam sarılıp ağlarken; 'Ben sizsiz ne yaparım, gitmeyin ne olur, gitmeyin, yorgun yüreğim dayanmaz ayrılığınıza' deyip ağladı.Ayrılık neden ağlamaya sebep oluyordu? İkinci durağımız annemin memleketi Ereğli idi.
Bu defa da Bayram Dedem ve Kübra Anneannem;"Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz? Diyerek başladılar ağlamaya.
Babam ve annem sadece sustular...
Birlikte olduğumuz o birkaç gün annem ve anneannem hep ağladılar. Nihayet Türkiye'den ayrılma vakti gelmişti. İki yaşlı insanın arkamızdan ağlayışını, arkamızdan el sallayışını hiç unutamıyorum. Dört kardeştik. Hepimiz gidiyorduk işte. Canım ülkeme veda ediyorduk.
Havaalanından uçağa doğru giderken dört kardeş, kınalı küheylanlar gibi ideallerinin ufkuna yürüyen anne-babamızın arkasından sevimli taylar gibi koşuşturuyorduk.
Nihayet uçak havalandı.
Bulutların üzerine çıktık.
"Aman Allah'ım bu ne muhteşem güzellik, gökyüzü, atılmış bir pamuk harmanı gibiydi.
Sonsuz maviliklerde uçmak ne güzeldi. Uçağımız Sri Lanka'ya indiğinde başka bir gezegene gelmiş gibi olduk. Çok sıcaktı. Yollar çok dar, arabalar çok eskiydi.
Dil bilmediklerinden annem, babam çok sıkıntı çekiyordu.
Okullar bizi kabul etmedi.
Hemen bütün muhacir çocuklar gibi biz de aylarca evde hapis hayatı yaşadık. Sıkıntıdan kardeşlerimle birbirimizi yiyorduk. Nihayet bir okul bulundu. Kıyafetlerimiz ve kitaplarımız alındı.
Okullu olduk. Okul servisimiz olan üç tekerlekli motosiklet, her sabah ablamla bizi alıyor okulumuz a götürüyordu. Gurbette dil bilmemek çok zordu. Anlatılanları anlamıyor, derslerimizi yapamıyorduk.
Bir gün ablamla birlikte isyan ettik. Babam, 'sabredin, yakında kendi okulumuz açılacak' dedi.
Sesi hüzünlü fakat kararlıydı. Anladım, okulumuz açılacak, ses bayrağımız burada da dalgalanacaktı. Annem, kardeşim Sinem'e hamileydi. Sinem doğduğunda ben on yaşında bir abi olmuştum.
'Sri Lankalı Sinem' diye seviyorduk onu. Babam; " ne muhacir aileler biliyorum ben, çocuğunun biri Tuva'lı, biri Bangladeş'li, diğeri Afrika'lı..."
Hala merak ederim; canım kardeşim Sinem gibi gurbetlerde doğan o çocuklar ' nerelisin? Sorusuna ne cevap veriyorlar acaba. O yıl Türkiye'ye yaz tatiline gidemedik. Babamın işleri yoğundu.
Nihayet 2011'in yazı gelmişti.
İstanbul'da bizi Bayram Dedem'le, Kübra Anneannem karşıladı. Nasıl da özlemişler bizi. İlk işimiz bir köfteciye uğramak oldu.
O yaz teyzem gelin gitti.
Beyaz gelinlik içinde evden çıkarken çok ağladı. İnsan kendi düğününde neden ağlardı bilmem ki...
Düğünden sonra babaannemi görmek için Sivas'a doğru yola çıktık. Benim için Sivas'ın yeri ayrıydı. Köy hayatı oradaydı.
Halil amcam, tarlada traktör sürdürüyordu bana. Babaannem bizi görünce yine ağladı. İnsan sevdiklerine kavuşunca niye ağlardı?
O yaz köyden ayrılmak çok zor oldu. Bir daha köyü göremeyeceğim gibi bir his vardı içimde.
Tekrar Ereğli'ye Bayram Dedemlerin yanına döndük.
Babam, bizi bırakarak Ramazanın ikinci günü Sri Lanka'ya uçtu.
Ramazanda günlerimiz çok güzel geçiyordu. Bayram Dedemle, camiye gidiyor, mis gibi kokuları sokaklara yayılan sıcak pide kuyruğuna giriyorduk. Bir gün kardeşim Hasan'la birlikte dedemden, bizi çarpışan arabalara götürmesini istedik.
Bir öğle sonrası yola çıktık. Çok sevinçliydik. Arabayı dedem kullanıyordu. Yolculuğumuz çok güzel geçiyordu. Bir ara arkada oturan Hasanın sesi kesilince dönüp baktım.Canım kardeşim ne güzel de uyuyordu.Önüme döndüğümde bir kamyonun üzerimize geldiğini gördüm. Korkunç bir gürültü koptu.
Sonrasını hatırlamıyorum.
Dedem oracıkta vefat etmiş.
Annem acı haberi, gurbette bir başına iftarını açan babama verirken bayılmış. Kardeşimle beni yoğun bakım odasına almışlar. Kendimde değildim ama bir ara odaya dolan gül kokusundan annemin içeri girdiğini hissettim.
Hasan'la ben solunum cihazına bağlıydık. Canım annem ağlamaktan bir hal olmuştu. Başucumuzda ş sessiz sessiz ağlıyor, "Allah'ım evlatlarımı bana geri ver" diyordu.
Gece babam da geldi. Yol boyunca ağlamaktan gözleri şişmişti.
Yorgun ve bitkindi.
Kalkıp babama sarılmak istedim ama hortumlara bağlıydım, takatim da yoktu.
Kazanın üçüncü günüydü.
Kardeşim Hasan uyandı ve kendine geldi. Titrek bir sesle "anne abim ne zaman uyanacak, evimize ne zaman gideceğiz?" dedi.
Canım kardeşim! Ben olmadan hiç bir şey yapamazdı. Gurbet günleri bizi bir birimize öyle bağlamıştı ki... O gün kardeşimi ayrı bir odaya aldılar. Babam, anneme; 'dünyanın dört bir yanında bizim için dualar ediliyor' dedi.
Dördüncü gece doktorlar, beni uyandırmaya karar verdi.
Sabaha kadar acılar içinde kıvrandım. Babamın ellerinden tutuyor bütün kuvvetimle sıkıyor; ' ne olur kurtarın beni bu ıstıraptan' diye feryat ediyordum.
O gece babam, annemin, benim o halimi görmemesi için elinden geleni yaptı. Doktorlar beni tekrar uyutmaya karar verdiler. O gün ablamın doğum günüydü, acaba ne yapmıştı?
Canım ablam ne çok severdi bir yaş daha büyümeyi. Beşinci gece yarısı kalbim durduysa da, doktorların yoğun uğraşları sonucu hayata yeniden tutundum.
Dinmek bilmeyen yağmurlar gibi yanaklarından yaşlar süzülen zavallı anam sık sık; 'Sen bilirsin ey çaresizlerin çaresi ' diyordu. Altıncı gün, öğle ezanları minarelere can vermeye, inananları kurtuluşa çağırmaya başladığında, bana da uzaklardan son çağrı geldi.
Gidiyordum...
Sonsuz ufuklarda uçmak güzeldi. Ama bir daha can kardeşlerimle oynayamayacaktım. Sri Lanka'lı Sinem'i doya doya sevemeyecektim. Dört doktor, kapının önünde duran babama haber vermek için odadan çıktılar. Babam, doktorları karşısında görünce, olduğu yere yığıldı ve titreyen dudaklarla 'Ya Rabbi Sen bilirsin' dedi. Annem, canım kardeşim Hasan'ın odasındaydı. Daha bir kaç gün önce babasını kaybetmiş, cenazesine dahi gidememişti. Dört doktorun arasında babamın, kendine doğru geldiğini görünce sinesinden ok yemiş bir sürmeli ceylan gibi olduğu yere yığılıverdi. Çaresizce ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu.
Ruhum, yuvasından uçan bir kuş gibi sonsuz ufuklarda kanat çırparken; hüzünden bir abide gibi bir birine sarılıp hıçkıran anne- babamın feryatlarını duyuyor, onların hastane odasındaki çırpınışlarını seyrediyordum.
İşte o an Rabbimden müsaade isteyip anneme, babama doya doya sarılıp 'Ağlamayın artık, sizi orada bekleyeceğim, sizi almadan cennete gitmeyeceğim' diyerek teselli etmek geldi içimden.
Elveda anacığım, elveda babacığım!
Ben gidiyorum.
Yüreğinize dağlar gibi acılar bıraktığımı biliyorum. Ne olur! Yokluğumun yılgınlığına bırakmayın kendinizi. Sri Lanka'nın siyah incileri sizi çağırıyor. Yaşatmak için yeniden gidin hicret yurdunuza.
O an bir ses duydum.
'Merak etme küçük muhacir şehidim! Sabırla ve ümitle gidiyoruz ve dönmeyeceğiz.
Yollardayız canım yavrum!"
Bildim,
Babamın sesiydi.
######################################################
Alçakların Sinsi Silahı: Gıybet
Galat-ı meşhur haliyle ‘kizb', -ki doğrusu olan ‘kezib', Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde zikredilmiştir- kısaca, yalan söylemek, hilaf-ı vakî beyanda bulunmak, bir tevcihe göre de insanın kendi ‘içinin sesi'ni seslendirmemesi demektir. Bu zaviyeden bakıldığında, ‘kizb'le nifak, kol kola yürüyen iki arkadaş gibidirler; iki kötü arkadaş. Kezib yani yalan, Din'in büyük günahlar (kebâir) arasında saydığı bir nifak alâmetidir. Nifak da, bilindiği üzere içi-dışı farklı olma, ikiyüzlülük, inanmadığı halde inanıyor görünme –eskiler bu hali ‘izhar u mâ leyse fi'l-bâtın' diyerek seslendirirlermiş– gibi anlamlar taşır. Biz, şimdilik kizb ve nifakı zamanın ileride bize lutfedeceği bir imkan ve müsaadeye emanet edip bir nebze gıybet üzerinde durmak istiyoruz.“Gıybet ü kizb ü nifak üzre olan ahbabın
Sohbet-i meclisine, ülfet-i melûfuna yuf!”
Aynî
Gıybeti kendi tarifi içinde okumaya çalışalım
Bir açıdan dedikodu ve nemîme kavramlarıyla ifade edebileceğimiz, diğer bir yandan da bunların içinde bir tür olarak sayabileceğimiz gıybet, bir kimseyi gıyabında yani bulunmadığı bir yerde çekiştirme, kötüleme ve arkasından kötü söz söyleme gibi manalara gelir ki, Kur'an'ın “Birbirinizin gıybetini yapmayın; aksi takdirde ölmüş bir kardeşinizin etini yemiş olursunuz !” diyerek apaçık reddettiği, çirkin ve şen'î bir davranıştır. Bediüzzaman'ın ilgili ayetten yaptığı istinbatla söyleyecek olursak “Gıybet, aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve milliyeten mezmumdur.”
İslam âlimleri gıybetin çerçevesi hakkında pek çok düşünce ortaya koymuşlardır. Dil üstadı Râğıb el-İsfehanî, “Gıybet, bir kimsenin bir başkasının herhangi bir kusurunu, bir zaruret olmadığı halde gıyabında zikretmesidir” demiştir. İmam Gazzalî hazretleri gıybet hakkında, Efendimiz'in tarifine telmihte bulunarak “O, kardeşini duyduğu zaman hoşlanmayacağı bir şekilde anmandır” der. İbnü'l-Esir'in, en-Nihaye'sinde getirdiği tarif ise şöyledir: “Gıybet, bir kimseyi gıyabında, bir kusurla –velev o kusur onda olsa bile– zikretmendir.” İmam Nevevî (rahmetullahi aleyh)'in ortaya koyduğu tarif biraz daha şümullü gibidir. O, Ezkâr isimli eserinde şöyle bir yorum getirir: “Gıybet, bir kişiden, hoşlanmayacağı bir şekilde bahsetmektir; bu hoşlanmayacağı husus gıybet edilen kişinin ister şahsında, ister dinî ya da dünyevî yaşantısında, yaratılışında veyahut ahlakında ya da malında, evlâd ü ıyalinde, eşinde, hizmetçisinde, elbisesinde, tavır ve davranışlarında, konuşma tarzında, abûs bir çehreye sahip olup olmamasında olsun farketmez. Bu hususta o kimseyle şöyle-böyle alâkalı olan her şey aynı kategoride değerlendirilir. Ve gıybet eden şahıs bunu ister lafızla, ister işaretle, isterse jest ve mimikleriyle yapsın farketmez.” Yani şöyle ya da böyle bir kimsenin şahsı, ailesi, elbisesi, arabası, evi, çoluk-çocuğu, yakınları gibi onunla irtibatlı meseleler hakkında ve o kimsenin duyduğu zaman hoşlanmayacağı bir şekilde konuşmak gıybettir, haramdır ve büyük bir günahtır. Tıpkı yalan söylemenin, zina etmenin, hırsızlık yapmanın ve namazı terketmenin büyük birer günah olduğu gibi.
İslam ulemasından bazılarına göre gıybetin en ağırlarından birisi de bir şahıs hakkında yapılan gıybetin mübhem bırakılması dolayısıyla da dinleyen(ler) nezdinde zımnen de olsa onun daha büyük bir isnatla suçlanıyor olmasıdır. Bu alimlere göre müphem bir isnat, sarih bin iftiradan daha büyüktür.
İslam âlimleri, bütün bu yorumlarını yukarıda geçen ayet-i kerimeyi ve Allah Rasûlü'nün şu hadis-i şerifini dikkate alarak ortaya koymuşlardır. Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ashabına, “Biliyor musunuz, gıybet nedir?” diye sormuş, onların, büyük bir edep ve nezaket içerisinde “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” şeklindeki cevapları üzerine, “Bir kardeşinizi hoşuna gitmeyecek bir şekilde zikretmenizdir” demiştir. Onların “Eğer o kusur o şahısta varsa...” diyerek istifsarda bulunmaları üzerine de, O Sadık u Masduk, “Söylenen şey o kardeşinizde varsa o gıybet olur; şayet yoksa o zaman da ona iftira edilmiş olur” buyurur.
Bu hadis-i şerifin yanında, gıybetin şenaeti Allah Rasûlü'nün sözlerine pek çok defa konu olmuş, O Masumlar Masumu, değil sadece ashabından, nifak içerisinde olduklarını bildiği kimselerden bile tek bir kelime ile dahî olumsuz sayılabilecek bir şekilde bahiste bulunmadığı gibi, yanında başkalarının böyle bir günaha teşebbüs etmesine de müsaade etmemiş, hem ferdin amellerini yiyip bitiren hem de içtimaî bünyenin içine fitne ve iftirak tohumları saçan böyle azîm bir günah karşısında adeta kollarını gerip kimseye geçit vermemiştir. O, Efendiler Efendisinin bahtiyar ümmeti olarak bizler, gıybetin zina kadar büyük bir cürüm olduğunu, bu cürmü kendisine adeta hobi edinen ‘ kattat' ların asla Cennet'e giremeyeceğini, gıybet adına edilmiş tek bir kelamın bile koskoca deryaları bulandırabilecek kadar konsantre kir taşıdığını, söz getirip götürmenin kabir azabının sebeplerinden birini teşkil ettiğini, O Söz Sultanı'ndan öğreniyoruz.
Üstad Bediüzzaman yukarıda geçen hadis-i şeriften hareketle gıybet hakkındaki tarifini şöyle dile getirir: “Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hâzır olsa idi ve işitse idi, kerâhet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.” (22. Mektup)
Bediüzzaman hazretleri, dinin bütün emir ve nehiyleri karşısında titiz kelimesiyle ifade edilemeyecek kadar hassas olduğu, şüpheli hususlardan bile tevakkî ettiği gibi gıybet mevzuunda da adeta her zaman tetikte bir hayat sürmüştür. Tarihçe-i hayatı ve başta talebeleri olmak üzere onun hayat serencamesine şahitlikte bulunma lütfuna nâil olmuş farklı insanların mülahazaları bize bu hususu apaçık göstermektedir. Çok çileli bir hayat sürdüğü, pek çok sıkıntı ve meşakkatlere maruz bırakıldığı halde şartlar, onu hayat düstürlarından taviz vermeye zorlayamamış, bütün bir hayatı boyunca dimdik durarak kendinden sonrakilere de ‘üsve-i hasene' olmuştur. Evet, Hazreti Üstad hiç bir kimsenin arkasından bir kelime ile bile olsun konuşmamış, çevresinde bulunup kendisine yakın duranların hep takdire şâyan yanlarını nazara vermiş ve asla, onların küçük ya da büyük bir kısım noksanlarından bahsetmemiştir. Lahikalarına bakanlar ondaki bu inceliği ayan-beyan görebileceklerdir.
Her Gıybet Bir Değil
Gıybet bir ferdin başka bir ferdin arkasından onun aleyhinde sayılabilecek tarzda konuşması şeklinde olabileceği gibi, bir ya da birkaç ferdin, bir heyeti, grup ya da cemaati kötüleyerek tenkit etmesi şeklinde de olabilir. Gıybet aynı zamanda sözle yapıldığı gibi bazen bir işaret, jest ya da mimikle de yapılabilir. Hatta günümüzde çokça yapıldığı gibi radyo, gazete, dergi, televizyon gibi kitle iletişim araçları bu yolda kullanılabilir ve böylece bir yalan, bir iftira ya da en azından bir dedikodu çok geniş kitlelere çok kısa bir sürede maledilebilir. İşte, İslam âlimlerinin hepsinin ‘haram' dedikleri bu günah, ortaya konuluş üslubuna, çekiştirilip dedikodusu yapılan fertlerin ya da grupların durumuna göre çok daha büyük bir cürüm haline gelebilir.
Bir topluluğun gıybetini yapmak elbette bir şahsın gıybetini yapmak gibi değildir. O, Allahü a'lem, affedilme ihtimali çok zayıf bir günahtır. Zira, o tür bir gıybetle o topluluğa dahil olan bütün fertlerin hukukları rencide hatta ihlâl edilmiş olur; dolayısıyla da o fertlerden herbirini tek tek bulup onlardan haklarını helal etmelerini sağlamak gerekecektir. Bu ise imkansız denilebilecek kadar zor bir meseledir.
Bazen de öyle fertler olur ki, onlar adeta tesbih tanelerini birarada tutan imame gibi çok yüksek bir vazife ve misyon icra ederler; şahs-ı manevî onlarla, onlar da şahs-ı manevî ile öyle bütünleşmişlerdir ki, ne o manevî bünyeyi onlardan ne de onları o dokudan ayrı düşünmek asla mümkün değildir. Binaenaleyh, onların arkasından konuşup gıybetini yapanlar da o heyet-i maneviyenin bütününün gıybetini yapmış gibi affedilmesi çok zor, büyük bir günah işlemiş olurlar.
Keza, radyo, televizyon, internet gibi cihazları da böyle çirkin yollarda kullanmak, bir anda bu günahın kitlelere ulaşmasına sebep olduğu için affedilmeyecek bir kusur olur. Onun içindir ki, bugün bu meseleyi bir meslek haline getirip sürekli onun-bunun aleyhinde konuşanlar, haberlerini, magazinlerini bu çerçevede oluşturanlar yarın ettiklerine nadim olup ağlayacak, değil sadece huzur-u İlahide, daha dünyada iken bin pişmanlıkla kıvranacaklardır.
Gıybet Sinsidir; Âgâh Olmak Gerek
Genellikle, başkalarının dedikodusunu yapıp gıybet edenler, yaptıklarının açık bir günah hatta bir kebîre (büyük günah) olduğunu bilseler de, bazen de gıybet kolayca farkedilemeyecek kadar gizli ve sinsi yollarla gelir. Böyle bir yola şu ya da bu şekilde düşmüşlerin de kendilerine göre icad ettikleri değişik mazeretleri olur ki, bunlar o cürmün cirmini katlayan ayrı günahlar gibidirler: “Ben aslında onun/onların iyiliğini düşünüyorum”, “Size söylediklerimi onun yüzüne de söyleyebilirim”, “Zaten ben bunları onun kendisine de söylemiştim”, “Ben bunları konuşuyorum ama niyetim asla falanı ya da falanları tenkit etmek değildir; ben hey'etin iyiliğini düşünüyorum” gibi ifadeler işte bu tür gerçekçi olmayan mazeretlerin dışa aksediş sûretlerinden sadece bir kaçı.
Gıybetin yaklaşma yollarından biri daha vardır ki, hangi meclislerde kimlerle oturup kalkmamız hususunda dikkatimizi çekercesine, onu büyük sûfî Haris el-Muhasibî şöyle ifade eder:
“Arkadaşlar değişik tiplerde olurlar. İblis, senin çoğu zaman dikkatli ve havf sahibi olduğunu, gıybet, yalan ve benzeri şeylerden nefret ettiğini, onlardan çekindiğini bilince, arkadaşına hemen bu tür şeylerle süslü laf yaptırmaz. Allah'ı zikredip, ünsiyet kuruncaya kadar sizi baş başa bırakır. Sonra fuzuli laf etmeyi, dünya ile sükunet bulmayı güzel, hoş gösterir. Buna dalınca, gıybet ve yalanı süsleyip güzel gösterir.” (Kalb hayatı 2/335)
Bir başka büyük yanlış da yapılan gıybete, ‘gıybetin caiz olduğu yerler' çerçevesinde bir yer veya bir mahmil aramaya çalışmaktır. Her ne kadar İslam âlimlerinin temelde gıybet sayılabilecek bir konuşmayı zaruret gereği meşru saydıkları bir kısım alanlar varsa da bunların sayısı mahduttur ve alanı da son derece dardır. Bunun içindir ki, o sahillerde dolaşanların gıybet bataklığına düşmeleri kuvvetle muhtemeldir. Evet, oralarda ölçü ve dengeyi koruyabilme belli seviyenin insanları içindir. Herkesin o hakkı kullanması, o sınırlarda dolaşması hiç de doğru değildir.
Gıybet Meclisleri
Meclis, topluluk, hey'et, toplanma yeri manasına geldiği gibi aynı zamanda arkadaşların ve dostların kendi aralarında gerçekleştirdikleri toplantı ve bir araya gelmelere de denir. Aslında iki kişinin bir araya gelip sohbet etmeleri, oturup konuşmaları da bir meclis kurmak demektir.
Tenbihü'l-Gâfilîn'de ifade edildiğine göre bütün bütün dünya umûrundan konuşulan, gülünüp kahkaha atılan ve başkaları hakkında dedikodu yapılan hiçbir mecliste bereket ve feyiz olamayacağı gibi, Allah da o meclise asla rahmet nazarıyla bakmaz, belki buğz nazarıyla bakar.
Nasıl, fertler için, kalblerini her zaman arı-duru ve pak tutmaları, ‘Sultan'ın nüzûlü'ne daima hazır bulundurmaları asla gözardı edilemeyecek bir vazife ise, bir sohbet veya toplantıya iştirak edenlerin de bulundukları o meclisi tertemiz tutmaları, kirletmemeleri de olmazsa olmaz bir mükellefiyettir. Mü'minlerin içlerinde bulundukları meclisler de, onların gönülleri gibi tertemiz olmalı, Cenab-ı Hakk'ın hâzır ve nâzır bulunduğu, melaike-i kiramın orayı/onları müşahede ettiği, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere Allah dostlarından bazılarının o meclisi ruhen ziyaret etmek isteyebilecekleri daima mülahaza önünde tutularak, o meclisin nezahetinin zedelenmesine asla fırsat verilmemeli, aksi istikamette en ufak bir teşebbüs sezildiğinde sözün mecrasını değiştirmek, hiç olmazsa oradan ayrılmakla tavrını belli etmek suretiyle engel olunmalıdır.
Kimi zaman olur ki, en nezih ve nadide olması gereken meclisler bile gıybet ve benzeri günahlarla kirletilebilir. Meselâ, kahvehaneler gibi zatında lüzümsuz ve başkaları aleyhinde konuşmaya her zaman müsait ortamlar gıybete dâyelik yapabileceği gibi, tekke, zaviye, meşveret meclisleri gibi ortamlar da birer gıybet, yalan, nifak ve sû-i zan meclisi haline gelebilir. O meclislerin sakinleri mutlaka Muhasibî'nin sözüne kulak verip, şeytanın önden, arkadan, sağdan, soldan, alttan, üstten gelebileceğini düşünerek bir kelime ile bile olsa yanlışa düşmeme hususunda eskilerin tabiriyle ‘âgâh-ı mütenebbih' olmalıdırlar. Bu manadaki teyakkuzun en önemli sâiki de hiç şüphesiz iyi arkadaşlar seçmektir. İnsan, hesap gününde “Keşke falanı, filanı kendime arkadaş edinmeseymişim!” pişmanlığına düşmeden ve her bir arkadaş ve dostunun aslında kendi karakterini aksettiren bir ayna olduğunu düşünerek hep iyilerle oturup kalkmaya, salihler zümresine dahil olmaya çalışmalıdır. Kur'an-ı Kerim “Habisler. habisler içindir, nezihler de, nezihler için” demek suretiyle dikkatlerimizi bu noktaya çekmektedir. Bir hikmet erinin söylediği;
“Nâdanlar sohbet-i nâdanla eder telezzüz
Nâdanların hemdemi hep nâdan gerektir!” mısraları da bu gerçeği pek veciz bir şekilde dile getirir.
Zor Soru: Ne Yapmalı?
Aslında gıybetin ne kadar büyük bir günah olduğunu, Kur'an-ı Kerim'de çok ağır ifadelerle men'edildiğini, hadis-i şeriflerde çirkinliği üzerinde ne kadar çok tembihatta bulunulduğunu, şahsın kalb ve ruh hayatını ne ölçüde örselediğini, cemaatlerin ve toplulukların bünyesini bir kurt gibi kemirip, fitne, nifak ve iftirak ateşine körük çektiğini bilmeyenimiz yok gibidir. Yok gibidir fakat yine de böyle aşağılık bir günaha tevessül etmekten çok kere sakınmayız veya bir türlü yakamızı kurtaramayız(!)
Öyleyse bu hususta da sürekli temrinat yapmak suretiyle gıybetin çirkinliğini her geçen gün vicdanımızda daha fazla duymaya çalışmak hepimizin şiarı olmalıdır. Bunun için de herkes ağzını kilitlemeli ve hiç bir kimsenin gıyabında konuşmamalı, konuşacaksa mutlaka hayır konuşmalıdır; gerekirse ağzına gıybet kokan bir kelime bile almayacağına yemin etmeli, şayet yeminini bozacak olursa kendi (nefsi)ni cezalandırmalıdır.
Ayrıca insan, gıybet etmiş olabileceği endişesiyle sürekli Cenab-ı Hakk'a rücû edip “Allahım! Beni ve gıybetini ettiklerimi bağışla” demeli.. ahirette nasıl ağır bir ceza ile karşılaşacağını gözünün önüne getirmeli ve ürpermeli.. evet, bunları yapmalı fakat ötede bu elim durumlarla beride de hiç kimseyle er ya da geç karşı karşıya gelip özür dileme mecburiyetinde kalmadan önce gıybet denilen çukura hiç düşmemeye çalışmalıdır. Bunun için de, kendi günahlarını hatırlamalı, onların büyüklüğü karşısında başkalarının yaptıkları şeylerin görünemeyecek kadar küçük ve basit şeyler olduğunu, sonra herkesin mukteza-yı beşeriyet hata yapabileceğini mülahazaya alarak kendini herkesin dûnunda görmeli.. Allah'tan, sürekli, alt seviyeden insanların düştükleri hata ve günahlara kendisini düşürmemesini istemeli.. dişini sıkıp sabretmeli ve ne gerekiyorsa yapmalı ama asla nefsine, şeytana mağlup olup o tür bir günaha tevessül etmemelidir.
Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi vesellem), arkadaşlarından Abdullah b. Revâha'yı nazara vererek, onun hakkında ''Allah, İbn-i Revâha'dan razı olsun. O, meleklerin kendisiyle iftihar ettiği meclisleri seviyor'' der. İşte bize düşen, meleklerin iştirak etmek için arayışa geçtikleri, bulunca da Cenab-ı Hakk'a, sevinerek haber verdikleri sohbet ve zikir meclislerini bulmak, oraların müdavimi olmak ve Hazreti Yusuf'u kendimize örnek alarak daima, “Allah'ım! Beni her zaman salih kullarının arasında tut!” diyerek yalvarmak olmalıdır.
Sözün Sonu
Sözümüzün sonunda biz de divan şairi Karamanlı Aynî gibi meclislerini gıybet, yalan, nifak, sû-i zan, hile, hud'a üzerine kuran insanların meclislerine de, sohbetlerine de, kendilerine de, ülfet ve dostluklarına, muhabbetlerine de bir ‘yuf olsun!' çekiyor ve “Hem kendi vicdanlarımızla hem de birbirimizle, asla kimsenin arkasından konuşmayacağımıza, kimsenin eksiğiyle-gediğiyle uğraşmayacağımıza, başkalarının küçük lekeleri gözümüze çarptığında da hemen nazarlarımızı kendi yağ bağlamış karalarımıza tevcih edeceğimize söz verelim. Sohbetimiz her daim ‘sohbet-i Cânân' olsun; olsun da sohbet meclislerimizde başka hiçbir kelama yer kalmasın!” recası ve Üstad Bediüzzaman'ın gıybet bahsine dercettiği bir altın sözle bu faslı da kapamak istiyoruz:
"Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet; zayıf, zelil ve aşağıların silâhıdır."
Furkan S. Yılmaz